Ana içeriğe atla

FELAK SURESİ: KARANLIKTAN AYDINLIĞA

 


FELAK SURESİ

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ

“De ki: Felak’ın Rabbine sığınırım.”

Bu ayet, sûreye emredici bir fiille başlamakta ve Hz. Peygamber’e doğrudan bir hitapla, bir sığınma duasını dillendirmesi öğretilmektedir. Ayette geçen "kul" emri, Kur’an’da birçok sûrede olduğu gibi, Allah ile insan arasında doğrudan bir irtibat kurmayı amaçlar. Bu emirle beraber, hem Hz. Peygamber’in şahsında ümmete bir eğitim verilir hem de insanın sınırlılığını bilerek Allah’a yönelmesi teşvik edilir.

“Aûzü” fiili, ilticâ ve istimdat anlamlarını içerir. Yani kişi kendinde bulunmayan bir koruma arayışıyla, daha güçlü olana sığınmakta, onu melce ve mâvâ edinmektedir. Bu yönüyle sığınma eylemi, sadece fizikî bir tehditten korunma değil, aynı zamanda ontolojik bir itiraftır: İnsan zayıftır, sınırlıdır, dışsal ve içsel tehlikelere karşı mutlak koruma sahibi olan Allah’a yönelmek zorundadır.

Ayetin asıl odak noktası olan "Rabbi’l-Felak" terkibi, hem dilsel hem teolojik olarak oldukça dikkat çekicidir. “Felak” kelimesi, f-l-k kökünden türemekte olup “yarılmak, ayırmak, sabahın karanlığını delip ortaya çıkmak” gibi anlamlara gelir. Bu bağlamda Zemahşerî, felak kelimesini “geceyi yaran sabah” anlamında yorumlar ve bu yarılmayı Allah’ın kudretinin tecellisi olarak görür. Ona göre burada sabahın Rabbi zikredilerek, karanlığın (dolayısıyla şerrin) içinden hayrı çıkarmaya kadir olan ilahî kudrete işaret edilmektedir.

İbn Kesîr de “felak” kelimesini sabah anlamıyla tefsir etmiş, ancak bununla yetinmemiştir. Ona göre burada kasıt, sadece literal anlamda bir zaman dilimi değildir. Aksine, Allah’ın bütün varlıkları bir yokluktan, karanlıktan, gizlilikten ayırarak yaratması da bu anlam dâhilindedir. Nitekim İbn Kesîr, felak kelimesinin bazı hadislerde cehennemin zindanlarından birinin ismi olarak da geçtiğine değinir; fakat tercih ettiği görüş sabah anlamıdır.

Râzî ise bu ayette yer alan "Rabbi’l-felak" ifadesini teolojik bir alegori olarak okur. Ona göre sabahın Rabbine sığınmak, karanlıkların Rabbi'ne değil, karanlıkları dağıtıp hayrı açığa çıkarana yönelmektir. Râzî ayrıca "felak" kelimesinin sadece zamansal bir dilimden ibaret olmadığını, Allah’ın yarattığı her türlü açılım, başlangıç, oluş ve doğuşu ifade eden bir üst kavram olarak da okunabileceğini belirtir. Yani bir anlamda "felak", yaratılışın ilk hamlesi, ilahî feyzin varlık sahnesine çıkış anıdır.

Ayetin yapısı, "Rabbi'l-felak" ifadesinde yer alan “rab” kelimesiyle de derinleşmektedir. Rab, sadece yaratan değil, aynı zamanda terbiye eden, yöneten ve süreklilik sağlayan bir kudreti ifade eder. Zemahşerî bu bağlamda, felakın Rabbi’ne sığınmanın, sadece bir anlık koruma değil, sürekli ilgi ve murakabe altında bulunmayı talep eden bir yöneliş olduğunu vurgular. Râzî ise bu terkibi, insanın sürekli tehdit altında olduğu gerçeğiyle ilişkilendirerek, bu korumanın sadece görünür tehlikelerden değil, metafizik tehditlerden de olması gerektiğini savunur.

Burada dikkat çeken başka bir husus da ayette “Allah” isminin değil, "Rabbi’l-felak" terkibinin tercih edilmesidir. Bu, klasik müfessirlerin çoğuna göre, yaratılış bağlamındaki koruyuculuk vasfının öne çıkarılması içindir. Özellikle gece karanlığı gibi belirsiz ve tehditkâr zamanlara karşı, sabahı yaratan kudrete atıf yapılmaktadır. İbn Kesîr bu tercihin, Allah’ın mahlûkat üzerindeki tasarrufunu vurguladığını belirtirken, Râzî ise bu terkibin “rahmet ve lütuf boyutunu” yansıttığını ifade eder.

Bazı müfessirler, bu ayette geçen “felak” kelimesinin sıradan bir zaman dilimi değil, sembolik olarak hayrın temsilcisi olduğunu da söylemişlerdir. Râzî’ye göre bu yorum, ayetin devamında gelecek olan “şer” vurgularıyla bütünleşmektedir: Şerre karşı felak, kötülüğe karşı sabahın aydınlığı, düşmana karşı Rahman’ın koruyuculuğu...

Son olarak, bu ayet yapısal olarak Mekke döneminde nazil olmuş olması dolayısıyla, Mekke'de yaşanan baskı, zulüm ve tehlikeler karşısında Allah’a sığınmanın metaforik ve pratik bir çağrısı olarak da değerlendirilebilir. Zemahşerî’ye göre bu sığınma, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir istiaze (korunma) beyanıdır.

 

 

 

 

مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ

“Yarattığı şeylerin şerrinden.”

Bu ayet, sığınma eyleminin ilk nesnesini belirlemektedir: “Yarattığı şeylerin şerri.” Ayette geçen “mâ halak” ifadesi, dil açısından genel (âm) bir lafızdır. Bu da demektir ki, Allah’ın yarattığı her şey –ister canlı ister cansız, ister zahirî ister bâtınî– potansiyel olarak bu ifadenin kapsamı içine girebilir. Nitekim Zemahşerî, bu genelliğe özellikle vurgu yapar ve ayetin lafzının herhangi bir kayıt ya da sınırlandırma içermediğini, dolayısıyla kapsamının “tüm yaratılmışlar” olduğunu belirtir. O, bu ifadeyi Allah’ın yaratmış olduğu her şeyin şer barındırabilme ihtimaline karşı sığınılacak bir yön olarak değerlendirir.

Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, yaratılmış olan şeylerin kendilerinin özünde kötü olup olmadıklarıdır. Zira Allah, “Her şeyi güzel yapan Allah’tır” (Secde 32/7) ayetiyle her şeyi hikmetle yarattığını ifade etmektedir. Bu nedenle müfessirler, “şer” kavramının izafî (göreli) olduğunu özellikle vurgularlar. Râzî, bu noktada oldukça derin bir teolojik ayrım yapar. Ona göre Allah’ın yarattığı şeylerin zatı (mahiyeti) itibarıyla şer olması mümkün değildir; zira Allah’ın fiilleri çirkinlikle nitelenemez. Fakat bir şey, bazı durumlarda veya bazı kişiler açısından şer olarak algılanabilir. Mesela, bir hayvanın varlığı genel anlamda hayırdır; ancak bir insanı ısırdığı zaman, o kişi açısından “şer” olur. Dolayısıyla “şer”, yaratılışın bizzat kendisinde değil, yaratılanın belirli bir duruma göre olan etkisindedir.

İbn Kesîr de bu izafîlik anlayışını benimser. Ona göre “mâ halak” ifadesi, cinleri, insanları, vahşi hayvanları, zararlı haşeratı, tabii afetleri, hastalıkları ve hatta nefsi içine alır. Bunların hepsi, belirli şartlarda insana zarar verebilecek mahiyet arz edebilir. Ancak bu zarar potansiyeli, onların yaratılış maksadını kötü kılmaz. İbn Kesîr’in bu noktadaki açıklaması oldukça kapsayıcıdır: O, Allah’ın bu yaratıkları bir imtihan vesilesi kıldığını ve müminin bu tür tehlikelere karşı iltica etmesinin kulluğun bir gereği olduğunu ifade eder.

Ayetteki “şerrin” mutlak şekilde zikredilmesi, özellikle korku psikolojisinin yönetimi açısından da dikkate değerdir. İnsan, sınırlı bilgisi ve algısı nedeniyle, çevresindeki bilinmezlikleri tehdit olarak görmeye meyillidir. Zemahşerî, bu tür genellemelerin, bireyin sürekli bir korunma ihtiyacı içinde olduğunu göstermesi bakımından önem taşıdığını söyler. Özellikle gecenin karanlığı, hastalıklar, düşmanlıklar, kıskançlık gibi dışsal ve içsel tehditler, insanın metafizik bir sığınma ihtiyacını doğurur.

Râzî, bu ayetin felsefi boyutuna da dikkat çeker. Ona göre yaratılmışların şerrinden Allah’a sığınmak, bir bakıma kaderle imtihan arasında bir denge talebidir. Yani insan, Allah’ın yarattığı şeylerin kontrolünde olmadığını bildiği için, bu şeylerin olası zararından yine Allah’a sığınarak teslimiyet gösterir. Buradaki sığınma, bir “isyan” değil, bilakis bir “itikadî tevekkül”dür. Çünkü her yaratılan, nihayetinde Allah’ın kudretiyle vücuda gelmiştir ve O’nun izni olmadan kimseye zarar veremez.

Bazı modern müfessirler ise bu ayeti daha geniş sosyolojik ve psikolojik bağlamda değerlendirir. “Mâ halak” terkibinin, hem bireysel zaafları hem de toplumsal bozulmaları (ahlakî yozlaşma, şiddet, fitne vb.) kapsayabileceğini söylerler. Böylece bu ayet, hem kişinin iç dünyasında taşıdığı nefsî tehlikelere hem de dış dünyada maruz kalabileceği sosyal şerre karşı sürekli bir bilinç hâlini telkin eder. Hasılı, “şer” sadece dışsal bir saldırı değil, aynı zamanda içsel bir savruluş da olabilir.

Sonuç olarak, bu ayet; Allah’ın yaratmış olduğu her şeyin, belirli şartlar altında insana zarar verebilecek yönlerini kabulle beraber, insanın bu potansiyel zararlardan korunmak için yalnızca Allah’a sığınmasının gerekliliğini bildirir. Bu yönüyle Kur’an’ın ahlâkî öğretisinde tevekkül, farkındalık ve dua arasında kuvvetli bir bağ kurulmuş olur. Zemahşerî bu bağı kulluk bilincinin temel unsuru olarak görürken; Râzî, bunun Allah-insan ilişkisi bağlamında derin bir teslimiyet olduğunu vurgular. İbn Kesîr ise bu ayeti, hem peygamberin yaşadığı fiilî tehditlerle hem de ümmetin günlük karşılaştığı tehlikelerle doğrudan ilişkilendirir.

 

 

 

 

 

وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ

"Karanlık çöktüğü zaman gecenin şerrinden."

Bu ayet, insanın sığınma ihtiyacı duyduğu ikinci tehlikeyi ifade eder: Gece karanlığının şerri. Ayetin merkezinde yer alan “ghâsiq” kelimesi, Arapçada temel olarak "şiddetli karanlık", "soğuk ve kasvetli gece" anlamlarında kullanılır. Zemahşerî, bu kelimeyi “güneş battıktan sonra yeryüzünü kaplayan derin karanlık” olarak tanımlar ve bu karanlığın insanların görsel algılarını sınırlandırdığı için tehlikelere açık bir zaman dilimi olduğunu vurgular. Ona göre “ghâsiq” sadece fizikî karanlığı değil, karanlıkla birlikte beliren korku, yalnızlık, saldırı ve şüphe gibi psikolojik durumları da simgeler. “İzâ vekab” ise Zemahşerî’ye göre bu karanlığın tam anlamıyla çöktüğü, etkisinin zirveye ulaştığı zamanı ifade eder.

İbn Kesîr de ghâsiq kelimesini “gece karanlığı” şeklinde yorumlamaktadır ve bu karanlığın şerrinden sığınmayı, özellikle geceleyin meydana gelebilecek tehlikeler bağlamında değerlendirir. Onun naklettiği rivayetlerde, bu ayetin sihir, cin musallatı, hayvan saldırısı ve gece cinayetleri gibi doğrudan fizikî tehditleri kapsadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca bazı rivayetlerde bu ayetin doğrudan Hz. Peygamber'e yapılan sihirle ilişkilendirildiği, gece vakti etkisini gösteren bir büyüden korunma amacı taşıdığı da ifade edilmiştir.

Ancak Fahreddin er-Râzî, ayeti daha derin bir katmanda ele alır. Ona göre ghâsiq, sadece dış dünyadaki bir karanlık değildir. Râzî, bu kelimenin aynı zamanda insanın iç dünyasındaki gaflet, korku ve nefsin galeyanı gibi metaforik karanlıkları da simgelediğini belirtir. Gecenin şerri sadece fiziksel bir zaman dilimiyle sınırlı değildir; bilakis o saatlerde kişinin kalbi zayıflar, düşünceleri dağılır, vesvese artar ve psikolojik kırılganlık büyür. Bu yüzden Râzî’ye göre ayet, geceyle beraber gelen ruhsal zayıflığa ve bununla bağlantılı günahlara, kaygılara ve sapmalara karşı Allah’a sığınmanın gerekliliğini bildirir.

Bazı müfessirler, burada geçen “ghâsiq” kelimesini özel bir kişiye atfetmiştir. Nitekim bazı rivayetlerde bu kelimenin güneşin ya da ayın batışı anlamına geldiği, hatta ay tutulmasının dahi bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. İbn Kesîr’in aktardığına göre Hz. Aişe’den gelen bazı rivayetlerde, Resûlullah’ın ay tutulduğunda bu ayeti okuyarak Allah’a sığındığı ifade edilir. Bu durumda ghâsiq’in hem gece karanlığı hem de ay olabileceği şeklinde çoklu anlam imkânı ortaya çıkar.

Zemahşerî ve Râzî, bu çok anlamlılığı yorumlayarak “ghâsiq”in sabit bir varlık değil, zamanla ve bağlamla ilişkili bir tehdit olarak anlaşılması gerektiğini belirtirler. Zemahşerî'ye göre gece vakti sadece fizikî tehditlerin değil, aynı zamanda sosyal ve ahlâkî çöküşlerin de yaşandığı bir dönemdir. Zira karanlık, kontrolsüzlüğü ve mahremiyeti artırır. Râzî de benzer şekilde, şehvetin, nefsin ve şeytanın etkisinin özellikle geceleri arttığını ifade eder. Bu da gösteriyor ki, ayet sadece doğal bir olguya değil, onun beraberinde getirdiği ahlâkî ve metafizik risklere de işaret etmektedir.

Ayette geçen “şer” kelimesi, önceki ayette olduğu gibi burada da mutlak olarak zikredilmiştir. Bu mutlaklık, tüm potansiyel kötülükleri kapsamına alır. Gece, birçok kültürde ve dinde daima bir “bilinmezlik” ve “gizlenmişlik” hâliyle özdeşleştirilmiştir. Kur’an’da başka ayetlerde de (örneğin İnşikak 17) gece, Allah’ın kudretini ve hikmetini gösteren deliller arasında zikredilmekle birlikte, bu sûrede onun tehlikelerine karşı uyanıklık telkin edilmektedir. Bu çelişki değil, iki yönlü bir bakış açısıdır: Gece, bir yönüyle sükûnet ve secde vaktidir; diğer yönüyle de saptırıcı, bozguncu, görünmeyen tehlikelerin zamanıdır.

Bu bağlamda, Zemahşerî’ye göre ayetin mesajı nettir: Gecenin karanlığını, onun doğrudan saldırılarından değil, onun doğurduğu gizli, sinsî, bilinmeyen şer kaynaklarından korunmak gerekir. Râzî ise bunun, kalbin sürekli Allah’a bağlı olmasını sağlayan bir bilinç eğitimi olduğunu vurgular. Gecenin şerrinden korunmak demek, sadece bir vakti beklemek değil, o vakitte içsel direnci koruyacak manevi bir zırha bürünmek demektir. İbn Kesîr ise daha çok pratik ve rivayet merkezli bir yaklaşım sergileyerek, gece saatlerinde artan görünür tehlikelerden örnekler verir ve bu ayetin, gündelik hayattaki korunma duaları arasında önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.

 

 

 

 

وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ

"Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden."

Bu ayet, sığınma talebinin üçüncü boyutunu ifade eder ve diğer ayetlere göre daha özel bir kötülük türüne, yani büyüyle ilişkilendirilen gizli ve etkili bir tehdit alanına yöneliktir. Ayetin merkezinde yer alan “neffâsât” kelimesi, çoğul ve müennestir. Bu da, ayette söz konusu edilen eylemi gerçekleştirenlerin kadınlar olduğuna dair açık bir işarettir. Nitekim Zemahşerî, bu ifadenin Arap toplumundaki yaygın bir sihir pratiğine işaret ettiğini belirtir: Bazı kadınlar, ip düğümleri atar ve her düğüm üzerine üfleyerek sihir yaparlardı. Zemahşerî’ye göre burada anlatılan şey, sadece fiziksel bir üfleme değil; üfleme sırasında sihirli sözler, tılsımlar ve bâtıl formüllerle yapılan mistik bir etki oluşturma eylemidir. Zemahşerî ayrıca, bu tür sihir pratiklerinin özellikle kıskançlık, aşk, ayrılık gibi toplumsal duygularla ilgili alanlarda kullanıldığını ve dolayısıyla insan ilişkilerine doğrudan müdahale eden bir fitne aracı olduğunu da ifade eder.

Fahreddin er-Râzî, bu ayeti yorumlarken daha kavramsal bir perspektife yönelir. O, “neffâsât” kelimesinin literal anlamından ziyade, işaret ettiği içerik ve temsil üzerinde durur. Râzî’ye göre burada asıl tehlike, düğüme üfleyen kadının yaptığı fiilin kendisinden çok, o fiilin oluşturduğu manevî etki ve algıdır. Zira sihir bir yönüyle hakiki olabilir; ancak çoğu zaman vesvese, korku, kuruntu ve vehim üzerine kuruludur. Dolayısıyla Râzî’ye göre ayet, hem fiilî sihri hem de onun oluşturduğu zihinsel ve psikolojik etkileri kapsamaktadır. Râzî bu nedenle, bu ayetin sadece sihir yapanlara değil, aynı zamanda manipülatif dil, dedikodu, psikolojik yönlendirme ve karı-koca arasını açma gibi “sosyal sihir” biçimlerine de işaret ettiğini belirtir.

İbn Kesîr ise bu ayeti doğrudan Hz. Peygamber’e yapılan büyü bağlamında ele alır. Onun naklettiği rivayetlerde, Yahudi bir adam olan Lebîd b. A‘sam’ın Hz. Peygamber’e büyü yaptığı ve saç telleriyle düğümler atarak sihir uyguladığı ifade edilir. Bu olayın etkisiyle Resûlullah’ın bir süre fizikî bir rahatsızlık yaşadığı ve daha sonra Felak ve Nâs surelerinin indirildiği nakledilir. İbn Kesîr, bu olayın sahih olduğunu savunur ve bu ayetin özellikle o sihir pratiğini hedef aldığını ifade eder. Düğümlere üflenerek yapılan bu büyü, Hz. Peygamber’in şahsında tüm ümmete yöneltilen bir saldırı olduğu için, Allah’ın indirdiği bu sûre, doğrudan manevî korunma reçetesi niteliği taşır.

Bazı dil âlimleri, burada geçen “üflemek” (نفث) ile “tükürmek” (بصق) arasındaki farkı da tartışmıştır. نفث, az miktarda tükürükle birlikte hava üflemek anlamındadır ve genellikle okuma, dua veya tılsım üflemelerinde kullanılır. Bu anlamda "neffâsât", bir tür ritüelistik büyü yapan kişileri tanımlar. Zemahşerî’ye göre bu, sadece sihirbazlık değil, aynı zamanda bâtıl inançlarla örülmüş bir hurafe kültürünün parçasıdır. Bu kültür, insanların korkularını istismar ederek hem bireysel hem toplumsal düzeyde yıkıcı etkilere neden olur.

Râzî, burada geçen “ukad” (düğümler) kelimesinin de yalnızca fiziksel bağlar değil, aynı zamanda insanlar arası bağlar, yani evlilikler, dostluklar ve toplum içi ilişkiler anlamında da yorumlanabileceğini söyler. Ona göre bu ayet, düğümleri çözmek yerine onları bozan, insan ilişkilerini zehirleyen, fesat tohumları eken her türlü söylem ve eyleme karşı bir uyarıdır. Râzî’ye göre, söz konusu sihir fiili mecazî anlamda, toplumları manipüle eden ideolojik veya medya araçlarına da teşmil edilebilir.

Bu ayet aynı zamanda Kur’an’da kadının fail olarak özel biçimde zikredildiği nadir yerlerden biridir. Bu bağlamda bazı feminist tefsir çalışmaları, bu ayeti “kadınların tehlikeli oluşu” şeklinde yorumlayan yüzeysel anlayışları eleştirmiştir. Modern yorumculara göre burada kadınlık değil, bir davranış biçimi hedef alınmaktadır. Bu tür davranışlara sahip olanların kadın oluşu, sadece tarihî bir bağlamı yansıtır; hükmün cinsiyetle değil, niyet ve fiilin yıkıcılığıyla ilgili olduğu vurgulanmalıdır.

İbn Kesîr, son olarak bu ayetin Kur’an’da geçen diğer sihir ayetleriyle ilişkilendirilerek değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Özellikle Bakara 102, sihrin etkisinin nasıl ortaya çıktığını, bu işin nasıl öğrenildiğini ve Allah katında nasıl bir büyük günah olduğunu gösterir. Bu bağlamda Felak Suresi’ndeki bu ayet, sihir ve onun arkasındaki irade, yöntem ve niyete karşı bütünsel bir korunma çağrısıdır.

 

 

 

وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ

"Haset ettiğinde hasetçinin şerrinden."

Felak Suresi’nin bu son ayeti, insana yönelmiş en sinsi ve içsel kaynaklı kötülüklerden birine, yani haset ve hasetçinin etkisine dikkat çeker. Ayetin lafzında geçen "hâsid" kelimesi, haset duygusunu taşıyan kişi anlamındadır ve bu duygu, başka birinin sahip olduğu nimetin yok olmasını temenni etmekle tanımlanır. Bu yönüyle haset, sadece bir kıskanma hali değil; aynı zamanda muhatabına yönelik aktif bir zararlılık eğilimi taşır. Ayetin sonunda gelen “izâ hased” ifadesi ise bu duygunun içte kalmayıp eyleme dönüşmesini ifade eder. Yani hasetçi kişi sadece kıskanmakla kalmaz; bu kıskançlığı eyleme geçirir, zarar vermeye yönelir. Zemahşerî, bu yapıyı özellikle vurgular ve “izâ” ifadesinin, şart anlamı taşıdığına dikkat çeker. Ona göre haset potansiyel bir tehlikedir; ama bu tehlike, eyleme döküldüğünde gerçek bir tehdide dönüşür.

Fahreddin er-Râzî, hasedi sadece ahlâkî bir zaaf olarak değil, ontolojik bir kötülük kaynağı olarak değerlendirir. Râzî’ye göre, insanın fıtratında üstünlük arzusu vardır ve bu arzunun yozlaşmış şekli hasettir. Bu duygu, sadece başkasının iyiliğine tahammülsüzlük değil; aynı zamanda ilahî takdire karşı bir hoşnutsuzluk anlamına da gelir. Çünkü Allah’ın kuluna verdiği bir nimetin yok olmasını istemek, Râzî’ye göre, Allah’ın hikmetini sorgulamakla eşdeğerdir. Dolayısıyla haset, sadece sosyal bir rahatsızlık değil; aynı zamanda itikadî bir bozulma belirtisidir. Râzî ayrıca, bu tür duyguların sadece bireysel düzlemde değil, toplum içindeki fesat, rekabet ve ayrılıkların kaynağı olduğunu ifade eder.

İbn Kesîr ise haset kavramını bütün tarihî ve teolojik boyutlarıyla ele alır. Ona göre ilk haset, şeytanın Âdem’e karşı duyduğu kıskançlıkla başlamıştır: “Ben ondan üstünüm…” diyerek secde etmeyi reddeden şeytan, Allah’ın takdirine karşı çıkmış ve insanlık tarihinin ilk şerrine sebep olmuştur. Bu bağlamda İbn Kesîr, “haset”i şeytanî bir eylem olarak değerlendirir. Haset eden kişi, farkında olmadan şeytanın izinden gitmektedir. Ayrıca Hz. Yusuf’un kardeşlerinin onu kuyuya atma gerekçesi olarak kıskançlıklarının olması da, hasedin aile bağlarını bile çözebilecek kadar yıkıcı olabileceğine işaret eder.

Zemahşerî, ayette geçen “şerr” kavramının burada hem zihinsel hem de fiziksel saldırı biçimlerini kapsadığını belirtir. Çünkü haset, başlangıçta kalpte başlasa da çoğu zaman kötü söz, iftira, dedikodu, sabotaj, hatta fiilî saldırıya dönüşebilir. Bu nedenle müminin, bu zararın ortaya çıkma anına karşı uyanık olması gerekir. “İzâ hased” ifadesi, bu aktifleşme anına işaret eder. Râzî, bu noktada psikolojik bir tahlile yönelir: Ona göre hasetçi, hem kendine zarar verir (çünkü içi kin ve sıkıntıyla dolar), hem de başkasına zarar vermeye çalışır. Bu iki yönlü yıkım, hasedi ahlâkî açıdan en tehlikeli duygulardan biri yapar.

Bu ayetin özel biçimde “hasetçinin şerri”ne karşı sığınmayı öğretmesi, Kur’an’ın duygu kaynaklı kötülüklere karşı da bilinçli korunma gerektiğini göstermektedir. Önceki ayetlerde dışsal ve çevresel tehditlere (gece, sihir vb.) karşı korunma vurgulanırken, burada insanın bizzat başka bir insanın iç dünyasından kaynaklı tehditlerle yüz yüze olduğu anlatılır. Bu, ahlâkî duyarlılığın yalnızca dış tehlikelere karşı değil, sosyal çevredeki ruhsal bozulmalara karşı da geliştirilmesi gerektiğine işaret eder.

Modern yorumcular bu ayeti, sadece bireyler arası kıskançlıkla sınırlamaz. Toplum içinde bireylerin birbirine karşı başarı, maddî imkân, makam veya ilişkiler açısından duyduğu hasedin; iş yerlerinde, sosyal çevrelerde hatta dini çevrelerde nasıl bir bozulmaya sebep olduğuna da dikkat çekerler. Özellikle sosyal medya çağında görünürlüğün artmasıyla birlikte haset, çok daha görünmez ama yoğun etkili bir saldırı biçimi hâline gelmiştir.

Sonuç olarak bu ayet, müminin sadece dış tehlikelere değil, görünmeyen, sessiz, sinsî ama çok daha yıkıcı olabilen içsel saldırılara karşı da sığınma bilinci taşıması gerektiğini öğretir. Zemahşerî bunu toplumsal bozgunculuğun temel bir kaynağı olarak değerlendirirken, Râzî daha derin bir teolojik bağlamda Allah’a karşı saygısızlıkla ilişkilendirir. İbn Kesîr ise hem şeytanî kökenine hem de tarihî örneklerine dikkat çekerek hasedi büyük günahlar arasında görür. Ayetin verdiği mesaj açıktır: Kalbi hastalıklardan arındırmak, sadece kişinin iç huzuru için değil, toplumun selameti için de zorunludur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İZHAR

İZHAR: 1-TANIMI:     Sözlükte, “ ortaya çıkarmak, açıklamak ” anlamlarına gelmektedir.     Istılahi manası, “ Tenvin veya sakin nundan sonra ا – ح – خ – ع – غ – ه harflerinden birisinin gelmesiyle oluşan tecvittir. ” İzharın Arapça manası ise: اَلإِظْهَارُ: هُوَ الْاِنْفِصَالُ تَبَاعُدًا بَيْنَ الْحَرْفَيْنِ İzhar: İki harfin arasını birbirinden uzaklaştırarak ayırmak (birbirine katmadan açıkça okumak) demektir . ÖRNEK: لِمَنْ خَشِىَ (Burada Sakin nundan sonra izhar harflerinden olan خ harfi gelmesiyle izhar gerçekleşmiştir.) Not: İzhar harflerinin tekerlemesi; الَّله    -    حَىٌّ    -    خَالِقٌ    -    عَدلٌ    -    غَنِىٌّ    -    هَادٍ ا     -     ح        -     خ   ...

İHFA

İHFA 1-TANIMI:     İhfanın sözlük anlamı “ Bir şeyi gizlemek, örtmek ” demektir. Terim anlamı ise , “ Tenvin veya sakin nundan sonra ت – ث – ج – د – ذ – ز – س – ش – ص – ض – ط – ظ – ف – ق – ك harflerinden birisinin gelmesiyle meydana gelen tecvittir. ”     İhfanın Arapça tanımı; الأِخْفاَء: حَالَةٌ بَيْنَ الْاِظْهَارِ وَالْاِدْغَامِ عَارِيَةٌ عَنِ التَّشْدِيدِ مَعَ بَقَاءِ الْغُنَّ “İhfa: Gunneyi belirtmek suretiyle, şeddeden uzak idğam   ile  izhar arasında bir okuyuş şeklidir.”       ÖRNEK: عَنْ صَلَاتِهِم          (Burada Sakin nundan sonra ihfa harflerinden olan ص harfinin gelmesiyle ihfa meydana gelmiştir.) 2-İHFANIN ÇEŞİTLERİ:    İhfa, “ Harfte oluşan ihfa ” ve “ Harekede oluşan ihfa (İhtilas) ” olarak ikiye ayrılmaktadır.    Harfte oluşan ihfa kendi içerisinde üçe ayrılmaktadır: 2.1. HARFTE OLUŞAN İHFA : 2.1.1.İHFA-İ LİSANİ (D...

MAHREÇLER

MAHREÇLER 1.MAHRECİN TARİFİ     Mahrec (اَلْمَخْرَجُ) sözlükte, çıkış yeri anlamında kullanılmaktadır.  Tecvid ilminde, harfin çıktığı yere mahreç denir.     Mahreclerin sayısı üzerinde ihtilaf edilmiştir. Ferra (207/822) ve  İbn Keysan (299/912) gibi bazı alimler 14; Sibeveyh (180/796), Ebu Amr ed-Dani (444/1053) ve Ca’beri (732/1332) gibi bazı alimler 16; Halil b. Ahmed (170/786) ve İbnü’l-Cezeri (833/1429) gibi bazı alimler de 17 olduğunu söylemişlerdir.     Mahreclerdeki sayı farklılığı, kimi bilginlerin cevf’i mahreç bölgesi olarak görmemelerinden ve (ن – ل – ر) harfleri için tek mahreç kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. 2. MAHRECİN KISIMLARI   2.1- MAHREC-İ MUHAKKAK:    Harfin sesi, mahreç bölgelerinden birisine temas ederek çıkıyorsa bu yere, mahreç-i muhakkak denir. Hece harfleri n in tamamının mahreci böyledir.   2.2- MAHREC-İ MUKADDER:    Harfin sesi, belirli bir ...

HARFLER

HARFLER 1.HARFİN TARİFİ:     “Harf” ( اَلْحَرْفُ ) sözlükte; “ taraf, bir şeyin ucu ve kenarı ” demektir. Çoğulu “ huruf ” veya “ ahruf ” tur.      Tecvid ıstılahında, “harf, bir mahrece dayanarak çıkan sese” denir. Nefesin, irade ve istek ile, ses tellerine çarparak çıkmasına “ses” denir. Eğer bu ses, mahreçlerden birine dokunup çıkarsa, buna da “harf” denir.       Kur’an harflerinin tamamı sessizdir. Bu harfleri seslendiren ve dilimizdeki sesli harflerin yerini tutan işaretlere de “hareke” denir. Hareke, hareket, kımıldamak anlamındadır; sükunun zıddıdır . Harekesi bulunan harfe müteharrik , harekesi bulunmayan harfe de sakin denir.   2.HARFLERİN KISIMLARI:   2.1.ASLİ HARFLER ( اَلْحُرُوفُ الْاَصْلِيَّةُ ) :    Bunlar, bilinen 29 hece harfleri dir. ا  ب  ت  ث  ج  ح  خ  د  ذ  ر  ز  س  ش  ص  ض  ط...

LAHN (OKUYUŞ HATALARI)

LAHN 1.LAHN’IN TANIMI:    Lügat anlamı, “ hata etmek, doğrudan sapmak ” anlamına gelmektedir.    Istılah manası ise “ Lahn, Kur’an-ı Kerim’i okurken harflerin sıfatlarında, harekelerinde, sükunlarında ve tecvid kaidelerinin uygulanmasında yapılan hatalara ” denir. 2. LAHN’IN ÇEŞİTLERİ:    Lahn’ın celi ve hafi olmak üzere iki çeşidi vardır. 2.1. LAHN-I CELİ:     “ Açık / Fahişe hata ” demektir. Harflerin mahreçlerinde lazımi sıfatlarında, harekelerinde ve sükunlarında yapılan hatalardır.   Kur’an’ı düzgün okuyanların anlayabilecekleri hatalardır.     a- Mahreç ve Sıfat konusunda:   Ta ( ط ) harfini dal ( د ) okumak gibi.     b- Hareke konusunda:   اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ    ayetindeki te ( ت ) harfini zammeli olarak okumak gibi.     c- Sükunlar konusunda: وَلاَ حَرَّمْنَا  ‘yı وَلاَ حَرَّمَنَا  şeklinde okumak gibi.     Veya harf zi...

HZ. ADEM

  HZ.ADEM 1. Peygamberin Kimliği ve Tarihî Konumu   Hz. Âdem (a.s.), İslam inancına göre yeryüzüne gönderilmiş ilk insan ve ilk peygamberdir. Onun şahsında, insanın yaratılışı, ilahi emanet taşıyıcılığı ve dünya hayatındaki misyonu somut bir şekilde vücut bulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde, özellikle Bakara, A’râf, Tâhâ ve Sâd surelerinde, Hz. Âdem (a.s.)’ın yaratılışı, meleklerle olan ilişkisi, İblis’in ona düşmanlığı ve yeryüzüne inişi ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. Bu anlatımlar, Hz. Âdem (a.s.)’ın yalnızca biyolojik bir başlangıç figürü olmadığını, aynı zamanda insanlık tarihinde ilahi hikmetin ve kulluk bilincinin ilk taşıyıcısı olduğunu göstermektedir.    Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s.)’ı yaratmadan önce meleklerine, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara, 2/30) buyurarak, insanın ilahi bir misyonla yaratıldığını bildirmiştir. Halife kavramı, insanın yeryüzünde Allah’ın emirlerini ve hükümlerini uygulamak, adaleti sağlamak ve yeryüzünü i...