YAHUDİLER
VE HRİSTİYANLARLA İLİŞKİLER
Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu
ilk İslam toplumu, sadece inanç birliğine değil, aynı zamanda farklı inanç ve
kimliklerle birlikte yaşamayı esas alan toplumsal sözleşmelere de dayanıyordu.
Bu çerçevede Yahudi ve Hristiyanlarla kurulan ilişkiler, hem barış içinde bir
arada yaşamayı hedefleyen ilkeler hem de bu ilkelerin ihlali sonucu oluşan kriz
yönetimleri açısından İslam siyaset düşüncesi için temel bir zemin oluşturur.
1.
Yahudilerle İlişkiler
Hz. Peygamber hicret ettiğinde
Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi (Benî Kaynukâ, Benî Nadîr, Benî Kurayza)
vardı. Hz. Peygamber, farklı din mensuplarının haklarını ve sorumluluklarını
belirlemek üzere Medine Vesikası’nı hazırlamış, bu topluluklara eşit
vatandaşlık statüsü tanımıştı. Ancak zamanla bu kabilelerin birçoğu, antlaşma
şartlarına uymamış, dış güçlerle iş birliği yaparak İslam toplumunun
güvenliğini tehdit etmiştir.
1.1.
Kaynukaoğullarının Medine'den Çıkarılması
Benî Kaynukâ, Medine’de yerleşik
bulunan üç büyük Yahudi kabilesinden biriydi. Bu kabile, özellikle zanaatkârlık
alanında yetkin olup kuyumculuk ve çarşı esnafı olarak şehir ekonomisinde
önemli bir yer tutmaktaydı. Hicretin ilk yılında Hz. Peygamber ile yapılan
Medine Vesikası’na imza atmış ve İslam toplumunun bir parçası olarak kabul
edilmişti.
Ancak Bedir Zaferi’nden (H. 2) sonra
Müslümanların Medine’deki siyasal ve psikolojik üstünlüğü belirginleşince, Benî
Kaynukâ kabilesi bu durumdan rahatsızlık duymaya başladı. Kabile ileri
gelenleri, Hz. Peygamber’in başarılarını küçümseyici tavırlar sergileyerek,
İslam toplumunun iç barışına zarar verecek şekilde alaycı ve tehditkâr bir dil
kullanmaya başladı.
Olayın Fitilini Ateşleyen Hadise
Bir Müslüman kadının Benî Kaynukâ
çarşısında alışveriş yaparken bir Yahudi esnaf tarafından örtüsüne el
uzatılarak iffetinin hedef alınması, ardından çıkan arbedede bir Müslüman’ın
öldürülmesi ve buna karşılık bir Yahudi’nin de öldürülmesi, olayların
büyümesine sebep olmuştur. Bu gerilim kısa sürede toplumlar arası çatışma riski
taşıyan bir güvenlik krizine dönüşmüştür.
Hz. Peygamber, yaşanan bu ihlalin
Medine Vesikası’na aykırı olduğunu belirterek, durumu istişare etmiş ve kamu
düzenini sağlamak için kabileye süre tanımıştır. Ancak Benî Kaynukâ savaşmayı
tercih etmiş ve iç surlarına çekilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kabileyi
kuşatmış; yaklaşık 15 gün süren kuşatma sonucunda kabile teslim olmuştur.
Sonuç ve Uygulanan Yaptırım
Hz. Peygamber, Ensar’dan Abdullah b.
Ubeyy’in araya girmesiyle kabile üyelerini öldürmemiş, ancak Medine'den sürgün
edilmelerine hükmetmiştir.
Kabilenin silahları ve bazı malları
ganimet olarak Müslümanlara bırakılmış, aileler ve bireyler Şam taraflarına göç
etmiştir.
Hukukî ve Toplumsal Değerlendirme
Bu olayda Hz. Peygamber’in yaklaşımı, ne dinî inanca karşı bir tavır ne de toplu bir cezalandırmadır. Aksine:
- Vesikanın ihlal edilmesi,
- Toplumsal barışı tehdit eden fiilî saldırılar,
- Ve güvenlik krizinin tırmanma ihtimali, bu müdahaleyi meşru kılmıştır.
Bu müdahale, aynı zamanda İslam
toplumunun hukuk temelli bir yapı olduğunun ve antlaşmaya sadakatin esas
alındığının ilk açık örneklerinden biridir.
Siyasal Etkisi
- Bu gelişme, Medine’deki Müslüman otoritesinin pekişmesini sağladı.
- Diğer Yahudi kabileleri için caydırıcı bir mesaj niteliği taşıdı.
- Müslümanların sadece dini değil, siyasi ve iç güvenlik açısından da teşkilatlı bir toplum hâline geldiğini gösterdi.
1.2.
Kaʿb b. Eşref’in Katli
Kaʿb b. Eşref, Medine’deki Benî
Nadîr kabilesine mensup, Yahudi ve Arap anneden doğmuş zengin ve nüfuzlu bir
şahsiyetti. Aynı zamanda şair, aristokrat ve Medine’nin en etkili
entelektüellerinden biri olarak tanınıyordu. Şiirleriyle hem Yahudiler hem de
müşrikler nezdinde büyük saygınlığa sahipti. Bu gücünü ve nüfuzunu, Hz.
Peygamber ve Müslümanlara karşı kışkırtma ve düşmanlık amacıyla kullanmıştır.
Olayın Gelişimi
Hicretin 2. yılı Bedir Zaferi’nden
sonra, Kaʿb b. Eşref, Müslümanların Mekkelilere karşı kazandığı bu zaferi
açıkça hazmedememiştir. Bedir’de öldürülen müşriklerin yasını tutmuş,
şiirleriyle onların “şehit” olduğunu vurgulamış ve Hz. Muhammed’i açıkça hedef
almıştır.
Bununla da yetinmeyen Kaʿb:
- Mekke’ye giderek müşrikleri yeni bir savaşa teşvik etmiş
- Hz. Peygamber hakkında hiciv şiirleri yazarak halkı onun aleyhine kışkırtmış,
- Müslüman kadınlarına yönelik iftira ve ahlâksız sözler sarf ederek, toplumun dinî ve ahlâkî değerlerini hedef almıştır.
Bu faaliyetleri yalnızca bireysel
eleştiri değil, açıkça bir fitne, toplum mühendisliği ve suikast girişimi
düzeyinde siyasal provokasyon niteliği taşımaktadır.
Hz. Peygamber’in Kararı ve Uygulama
Kaʿb b. Eşref’in faaliyetleri
Medine’de kamu düzenini tehdit edici bir boyuta ulaşınca, Hz. Peygamber, onun
öldürülmesine hükmetmiştir. Bu karar, modern hukuk literatüründe “devlete karşı
ağır suç (vatana ihanet)” olarak değerlendirilebilecek bir durum çerçevesinde
alınmıştır.
Uygulama şu şekilde gerçekleşmiştir:
- Muhammed b. Mesleme başkanlığındaki bir grup sahabî, Kaʿb’ın güvenini kazanmak için onu evinde ziyaret etmiş
- Gizlice planlanan operasyonla onun bizzat evinde öldürülmesi sağlanmıştır.
Olayın Değerlendirmesi
Bu olay, İslam siyasetinde:
- Düşünce özgürlüğü ile fiilî fitne arasındaki sınırı
- Kamu güvenliğini koruma adına alınabilecek hukukî ve siyasî önlemleri,
- Ve toplum içinde güçlü ama istismarcı entelektüel figürlerin nasıl denetlendiğini ortaya koymaktadır.
Kaʿb b. Eşref’in cezası, bir inanç ya da fikir nedeniyle değil; doğrudan:
- Devlet liderini hedef alması,
- Medine toplumunu iç kargaşaya sürüklemesi,
- Ve dış düşmanla fiilî iş birliği yapması nedeniyle uygulanmıştır.
- Müslümanlar içinde birlik duygusu güçlenmiş, toplum içi tehditlerin kontrol altına alınabileceği güveni pekişmiştir
- Yahudi kabileleri içinde ise Müslüman otoritesine karşı doğrudan bir tavır alma cesareti zayıflamıştır.
- Hz. Peygamber’in liderliğinin sadece manevî değil, aynı zamanda siyasal ve hukukî bir otorite olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.
1.3.
Nadiroğullarının Medine'den Çıkarılması
Benî Nadîr, Medine’deki üç büyük
Yahudi kabilesinden biri olup, ekonomik bakımdan en güçlü, kültürel açıdan en
örgütlü gruplardan biriydi. Medine’ye yerleşmeleri, bazı rivayetlere göre Hz.
Musa’dan sonra gerçekleşmiş; şehirdeki Arap kabileleriyle hem ticaret hem de
ittifak yoluyla güçlü ilişkiler kurmuşlardı. Hicret’ten sonra Hz. Peygamber ile
imzaladıkları Medine Vesikası kapsamında Medine toplumunun meşru bir parçası
hâline gelmişlerdi.
Ancak Bedir Savaşı’ndan sonraki
süreçte, tıpkı Benî Kaynukâ gibi, Benî Nadîr de İslam toplumunun güç
kazanmasından rahatsızlık duymaya başladı. Yahudi ileri gelenleri, Hz.
Peygamber’i otorite olarak tanımamakla kalmadılar, aynı zamanda onu siyasi
olarak etkisizleştirme planları yapmaya başladılar.
Olayın Gelişimi: Suikast Girişimi ve
Antlaşmaya İhanet
Hicretin 4. yılında, Hz. Peygamber,
aralarında kan diyeti ödenmesi gereken bir anlaşmazlığı çözmek üzere Benî
Nadîr’e gitmiş, kabileden bu hususta yardım talep etmiştir. Bu, Medine Vesikası
gereği doğal bir talepti. Ancak Hz. Peygamber’in bu ziyareti sırasında,
Yahudiler arasında onu bir duvarın üzerinden taşla öldürme planı yapılmış;
plan, Cebrâil’in uyarısıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiş ve o da hızla bölgeden
ayrılmıştır.
Bu teşebbüs, yalnızca kişisel bir
saldırı değil; Medine Vesikası’nın ihlali ve siyasal suikast girişimi
niteliğindeydi. Bu gelişme üzerine Hz. Peygamber, Benî Nadîr kabilesine
Medine’yi terk etmeleri için süre tanımış; ancak kabile, müttefiklerinin
(özellikle Abdullah b. Ubeyy) desteğiyle direnmeyi seçmiştir.
Kuşatma ve Teslimiyet
Benî Nadîr, güçlü surlarına güvenerek Medine dışındaki yerleşimlerinde direnişe geçti. Hz. Peygamber, kabileyi kuşattı. Bu kuşatma sırasında:
- Kabile içindeki bazı liderler savaşmak yerine teslim olmayı,
- Diğerleri ise direnişi sürdürmeyi savundu.
- Sonunda, dış destek gelmeyince kabile teslim oldu. Hz. Peygamber, savaşsız bir çözüme giderek onların:
Canlarını bağışlamış,
- Taşıyabilecekleri kadar eşyayla Şam tarafına hicret etmelerine izin vermiştir.
- Silah ve geride kalan mallar ise ganimet olarak Müslümanlar arasında paylaşılmıştır.
Sonuçlar ve Değerlendirme
Bu olay, birkaç açıdan önemli
sonuçlar doğurmuştur:
Siyasi Etki: Benî Nadîr, sadece bir Yahudi kabilesi değil; aynı zamanda Mekke
ve çevresindeki müşriklerle gizli ittifaklar kuran bir siyasi ağın parçasıydı.
Bu ağın Medine içindeki ayağı kopartılmış oldu.
Ekonomik Etki: Kabilenin Medine dışına çıkarılması, Müslüman toplumun iktisadî
kaynaklara erişimini artırmış, Medine çevresindeki stratejik topraklar
Müslümanların kontrolüne geçmiştir.
Toplumsal Etki: Bu olay, Yahudi kabilelerine yönelik bir dinî düşmanlık değil;
açık bir sözleşme ihlali ve suikast girişimi sonucu gelişmiş siyasi bir
karardır.
Kur’ânî Yansıma: Haşr suresinin ilk ayetlerinde bu sürgün olayı anlatılmış, bu tür olayların nasıl ilahî adalet içinde cereyan ettiği açıklanmıştır:
“Kitap ehli kâfirleri, ilk
sürgünlerinde yurtlarından çıkaran Allah’tır...” (Haşr, 59/2)
Hukukî Yönü
Benî Nadîr’in Medine’den çıkarılması:
- Hiçbir ferdî inanç nedeniyle değil,
- Antlaşmayı bozarak Hz. Peygamber’i öldürmeye teşebbüs ettikleri ve dış güçlerle iş birliği yaptıkları için,
- Toplumu ve liderliği tehdit ettikleri gerekçesiyle uygulanmıştır.
Hz. Peygamber’in onları öldürmeyip
sürgünle cezalandırması, olayın sadece bir hukukî tepki değil; aynı zamanda
ahlâkî ve stratejik bir yönetim tercihine dayandığını göstermektedir.
1.4.
Kurayzaoğulları Gazvesi
Benî Kurayza, Medine’deki üç büyük
Yahudi kabilesinden sonuncusuydu. Bu kabile, Medine’nin güneydoğusunda
yerleşmiş olup, surlarla çevrili sağlam bir kaleye sahipti. Hz. Peygamber ile
yaptıkları Medine Vesikası çerçevesinde, Medine'yi dış tehditlere karşı
birlikte savunma taahhüdünde bulunmuşlar; başlangıçta tarafsızlık ve iş birliği
çizgisi izlemişlerdi.
Ancak Hicretin 5. yılında
gerçekleşen Hendek Gazvesi sırasında bu tarafsızlık bozulmuş; Kurayzaoğulları,
Medine’yi kuşatan Mekke müşrikleri ve diğer Arap kabileleriyle gizli bir
ittifak yaparak Medine İslam toplumunun iç güvenliğini ciddi biçimde tehdit
etmiştir.
Olayın Gelişimi: İhanet ve Kuşatma
Altında İç Cephe Tehlikesi
Hendek Gazvesi esnasında, Medine’nin
kuzeyine hendek kazılmış, güneyi ise Benî Kurayza’nın kalesine emanet
edilmişti. Ancak savaşın kritik bir anında, Kurayzaoğulları Müslümanlarla
yaptıkları antlaşmayı ihlâl ederek düşmanla iş birliği yapmışlar, Müslümanlara
arkadan saldırma planları yapmışlardı.
Bu ihanet haberini alan Hz.
Peygamber, Medine’nin iç güvenliğini korumak için acil önlemler almış, kadın ve
çocukları güvenli yerlere sevk etmiş, savunma hattını yeniden düzenlemiştir.
Savaşın Müslümanlar lehine sonuçlanmasından sonra Hz. Peygamber,
Kurayzaoğulları’nın bu ihanetine karşı hukukî bir yargı süreci başlatmıştır.
Kuşatma ve Teslimiyet
Müşriklerin yenilmesinden sonra Hz. Peygamber, Benî Kurayza üzerine yürümüş, 25 gün süren bir kuşatmanın ardından kabile teslim olmuştur. Teslimiyet şartları kapsamında:
- Suçluların yargılanması
- Antlaşma ihlali ve savaş suçlarının değerlendirilmesi,
- Kararın tarafsız bir hakem eliyle verilmesi üzerinde uzlaşılmıştır.
Hakemlik ve Karar: Sa’d b. Muâz’ın
Hükmü
Hz. Peygamber, Kurayza kabilesiyle daha önce müttefik olan Evs kabilesine hakemlik hakkı tanımış ve bu göreve Saʿd b. Muâz getirilmiştir. Saʿd, Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat’ta da benzer suçlar için öngörülen cezayı esas alarak şu hükmü vermiştir:
- Savaş suçuna bulaşan erkeklerin idamı,
- Kadın ve çocukların esir alınması,
- Malların ganimet olarak Müslümanlara dağıtılması
“Ey Sa’d! Sen Allah’ın hükmüyle
değilse bile, Allah’ın Arş’ını titreten bir hüküm verdin.”
Değerlendirme: Dinî Değil Hukukî Bir Yargı
Kurayzaoğulları’na uygulanan bu ceza:
- Ne onların Yahudi olmalarından dolayı,
- Ne de İslam’ı kabul etmediklerinden dolayı uygulanmıştır.
Aksine:
- Antlaşma hükümlerine ihanet etmeleri,
- Hendek Gazvesi sırasında Medine’yi içeriden çökertmeye teşebbüs etmeleri
- Ve savaş suçuna karışmaları, bu cezayı doğurmuştur.
Kararın, Hz. Peygamber tarafından
değil, eski müttefikleri olan Evs kabilesinden bir sahabî tarafından verilmiş
olması, uygulamanın tarafsızlık ve adalet esasına göre yürütüldüğünü
göstermektedir.
Toplumsal ve Siyasî Sonuçlar
- Medine’de iç tehdit ortadan kaldırılmış, İslam toplumunun merkezi güvenliği sağlanmıştır
- Yahudilerle yapılan antlaşmaların ihlali durumunda kararlı ama hukuk temelli bir tavır sergilenmiştir
- Yahudilere karşı dinî değil, tamamen siyasî-askerî gerekçelerle sınırlı müdahalelerde bulunulduğu tescillenmiştir.
Kur’an’da bu olaydan Haşr suresinde
dolaylı olarak söz edilmiştir:
“Onlar sizinle savaşmadılar, fakat
kalelerini terk edip çıktılar…” (Haşr, 59/2)
1.5.
Hayber’in Fethi
Hayber, Medine’nin yaklaşık 150 kilometre kuzeyinde yer alan, verimli topraklara, kalelere ve zengin su kaynaklarına sahip bir Yahudi yerleşim bölgesiydi. Hicretin 7. yılına kadar, Medine'den sürülen Benî Nadîr kabilesi üyeleri bu bölgeye sığınmış ve burada Müslümanlara karşı yeni ittifaklar kurmaya başlamışlardı. Hayber Yahudileri, İslam’ın yayılmasını engellemek amacıyla:
- Mekke müşrikleriyle iş birliği yapmış
- Medine’deki münafıklarla temasa geçmiş,
- Müslümanlara yönelik casusluk ve suikast faaliyetlerinde bulunmuşlardı.
Bu gelişmeler, Hayber’i sadece bir
dinî muhalefet değil, fiilî bir askerî ve siyasi tehdit odağı hâline
getirmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber, Hayber üzerine önleyici bir askerî
harekât düzenlemiştir.
Seferin Başlatılması ve Askerî
Strateji
Hicretin 7. yılı Muharrem ayında Hz.
Peygamber, yaklaşık 1600 kişilik bir orduyla Hayber üzerine yürümüştür. Hayber
bölgesi, her biri surlarla çevrili yaklaşık 10 kaleden oluşan bir savunma
sistemine sahipti. Savaş, kale kale ilerleyerek yapılmış; Müslümanlar kuşatma
ve sabır taktiğiyle her kaleyi birer birer ele geçirmiştir.
Kritik nokta, en sağlam kale olan
Kal‘atü’l-Kamus’un fethedilmesidir. Bu kalenin fethinde Hz. Ali’nin büyük
kahramanlık gösterdiği nakledilir. Hz. Peygamber, kendisine bu zaferin
verileceğini önceden ilan etmiş; “sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki,
Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecek” demiştir.
Fethin Sonuçlar
Askerî ve Stratejik Başarı:
- Hayber’in fethiyle birlikte, Medine’nin kuzeyinde Müslümanlar için tehdit oluşturan en önemli merkez ortadan kaldırılmıştır
- Yahudilerin organize direniş gücü kırılmış, İslam devleti çevresel güvenliğini büyük ölçüde sağlamıştır.
Ekonomik Kazanımlar:
Hayber, hurma bahçeleri ve su
kaynaklarıyla zengin bir bölgeydi. Fetihten sonra bu gelir kaynaklarının yarısı
Müslümanlara ait olmuş, yarısı ise Yahudilerin işletmesine bırakılmıştır.
Böylece hem Müslümanlar ekonomik
olarak güçlenmiş hem de Yahudiler, vergi karşılığında hayatlarını
sürdürebilmiştir.
Yönetim Modeli:
Hz. Peygamber, Yahudileri tamamen
bölgeden sürmemiş, onları yerli üretici olarak çalıştırmış; buna karşılık elde
ettikleri ürünlerin yarısını İslam devletine ödemeleri koşuluyla bölgede
kalmalarına izin vermiştir.
Bu uygulama, İslam tarihinde
“mukâseme sistemi” olarak bilinir ve İslam vergi hukukunun ilk örneklerinden
biridir.
Hayber Antlaşması ve Cizye
Uygulaması
Hayber’in fethinden sonra yapılan antlaşma ile:
- Yahudilere can güvenliği sağlanmış,
- Topraklarında kalma ve üretim yapma hakkı tanınmış,
- Ancak siyasal faaliyetlerde bulunmaları yasaklanmıştır.
Daha sonra Hz. Ömer döneminde bu
izin kaldırılmış ve Yahudiler bölgeden tamamen çıkarılmıştır. Ancak Hz.
Peygamber döneminde bu çözüm, savaş sonrası barış ortamının sağlanması
açısından başarılı bir uygulama olarak değerlendirilmiştir.
Toplumsal ve Dinî Etkiler
Hayber’in fethi, İslam toplumunun yalnızca askerî değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve hukukî yönden güç kazandığı bir dönüm noktasıdır.
Aynı zamanda Hz. Peygamber’in zorla
dönüştürme değil, tedricî barışçıl entegrasyon modelini uyguladığını göstermektedir.
Bu fetih, Müslümanların ilk ciddi
toprak yönetimi deneyimi olarak da tarihte önemli bir yere sahiptir.
Kur’ânî Yansımalar ve Hadislerde
Yeri
Kur’an’da doğrudan Hayber geçmese de, fetih ve ganimet hükümlerini açıklayan Fetih ve Haşr surelerinde bu tür seferlerin ilkelerine yer verilir. Ayrıca birçok hadis rivayetinde Hayber fethinin:
- Hz. Ali’nin yiğitliği
- Müslümanların disiplin ve sabrı
- Hz. Peygamber’in liderlik kararlılığı çerçevesinde anıldığı görülür.
. Hristiyanlarla İlişkiler
Hz. Peygamber’in Hristiyanlarla
ilişkileri, Yahudilerle olan çatışmalı sürece kıyasla daha az gerilimli ve daha
çok diplomatik, teolojik ve sınır güvenliği temelli bir eksende gelişmiştir. Bu
ilişkiler, genellikle Arap yarımadasının kuzey bölgelerinde Bizans himayesinde
yaşayan Arap Hristiyan topluluklarıyla kurulmuş; Habeşistan, Şam ve Necran gibi
merkezlerle doğrudan ya da dolaylı temaslar yürütülmüştür. Bu çerçevede Hz.
Peygamber, gerek barışçıl tebliğ faaliyetleri gerekse uluslararası diplomatik
krizler karşısında gösterdiği tavırlarla İslam'ın evrensel mesajını ve siyasi
meşruiyetini Hristiyanlara karşı da tesis etmiştir.
2.1. Mute Savaşı
Tarihî Arka Plan
Mute Savaşı, Hz. Peygamber döneminde
Müslümanlarla Bizans İmparatorluğu’nun himayesindeki Hristiyan Arap kabileleri
arasında gerçekleşen ilk büyük çaplı askerî çatışmadır. Hicretin 8. yılında (M.
629), Hz. Peygamber diplomatik faaliyetlerini sürdürürken Şam tarafındaki Busra
valisine elçi olarak gönderdiği Hâris b. Umeyr el-Ezdî, Gassanî
Hristiyanları’nın lideri Şurahbîl b. Amr tarafından şehit edilmiştir. Bu
gelişme, dönemin diplomatik teamüllerine göre açık bir savaş sebebi
sayılmıştır.
Hz. Peygamber’in Tepkisi ve Ordu
Hazırlığı
Hz. Peygamber, elçisinin öldürülmesini sadece bir şahsî kayıp olarak değil, aynı zamanda İslam devletinin uluslararası tanınırlığına yapılmış bir saldırı olarak değerlendirmiştir. Bunun üzerine yaklaşık 3.000 kişilik bir ordu hazırlanarak Mute bölgesine gönderilmiştir. Bu sayı, o dönemin İslam toplumu için oldukça büyük bir askerî harekâtı ifade eder. Hz. Peygamber, orduya şu üç kişiyi sırayla komutan tayin etmiştir
- Zeyd b. Hârise
- Ca‘fer b. Ebî Tâlib
- Abdullah b. Revâha
Bu üç komutanın şehit olması
durumunda ordunun kendi aralarından birini seçerek yönetmeye devam etmeleri
emredilmiştir.
Savaşın Seyri
Mute bölgesinde, Müslüman ordusu
Bizans’a bağlı 100.000 kişilik (bazı kaynaklarda 200.000) bir düşman gücüyle
karşılaştı. Müslümanlar büyük bir cesaretle savaşa girdiler:
İlk komutan Zeyd b. Hârise şehit
olunca, sancağı Ca‘fer b. Ebî Tâlib devraldı. Ca‘fer, iki kolu kesilene kadar
savaşmış ve sonunda o da şehit düşmüştür. Ardından komutayı alan Abdullah b.
Revâha da şehit olmuştur. Bunun üzerine ordu, istişare ile komutan olarak Halid
b. Velid’i seçmiştir. Halid, savaşta stratejik manevralar yaparak ordunun imha
edilmesini engellemiş ve orduyu düzenli şekilde Medine’ye geri döndürmeyi
başarmıştır.
Hz. Peygamber’in Değerlendirmesi
Hz. Peygamber, orduyu karşılayan
halkın “kaçtılar” şeklindeki suçlayıcı sözlerine karşılık, Halid’in bu dönüşünü
bir kahramanlık ve stratejik zekâ örneği olarak nitelendirmiştir. Halid b.
Velid’e ilk kez “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı) unvanını bu sefer sonrasında
vermiştir.
Siyasal ve Askerî Değerlendirme
Uluslararası Düzeyde Temas: Mute Savaşı, İslam devletinin ilk kez bölgesel sınırların dışına
çıkarak uluslararası bir güçle karşı karşıya geldiği askerî çatışmadır.
Diplomatik İtibarın Savunulması: Bir elçinin öldürülmesi karşısında sessiz kalınmamış, İslam devleti
kendisini diplomatik olarak tanıtmış ve hukukî meşruiyet çerçevesinde tepki
vermiştir.
Moral ve Askerî Eğitim: Her ne kadar sayıca üstün olan düşmanla savaşılmış olsa da,
Müslümanların düzenli bir ordu disiplini ve kararlılığı, ileride yapılacak
seferlerin ön eğitimini oluşturmuştur.
Toplumsal ve Teolojik Yön
Müslümanlar için bu savaş, şehadet
bilinci, sabır, ve Allah’a tevekkül gibi değerlerin somut bir sınavı olmuştur.
Komutanların ardı ardına şehit
olması, İslam toplumunda liderliğin istişareyle belirlendiği ve kriz anlarında
hiyerarşik sadakatin sürdüğü bir askeri geleneğin yerleşmesine katkı
sağlamıştır.
2.2. Tebük Seferi
Tarihî Arka Plan
Tebük Seferi, Hz. Peygamber’in
Bizans İmparatorluğu’na karşı düzenlediği ilk ve son doğrudan askerî
harekâttır. Hicretin 9. yılı Recep ayında (M. 630) gerçekleşen bu seferin
sebebi, Bizans’ın Şam bölgesinde büyük bir askerî hazırlık yaptığı ve
Müslümanların üzerine yürümek üzere plan yaptığına dair gelen haberlerdir. Bu
haberler özellikle Gassanîler ve diğer Hristiyan Arap kabilelerinin Bizans’la
birlikte İslam toplumunu kuşatma planları yaptığına işaret etmekteydi.
Hz. Peygamber, bu tehdit karşısında,
daha önceki seferlerden farklı olarak çok geniş çaplı, açık ve uzun süreli bir
hazırlık süreci yürütmüştür. Çünkü hedef, hem bir savunma önlemi almak hem de
İslam devletinin caydırıcı gücünü göstermekti.
Hazırlık Süreci ve Zorluklar
Tebük Seferi, “Gazvetü’l-Usre (Zorluk Gazvesi)” olarak da bilinir. Bu ad, seferin olağanüstü zor koşullarda gerçekleşmiş olmasından gelir:
- Yaz mevsiminin yakıcı sıcakları,
- Kıtlık ve kuraklık nedeniyle azalan erzak kaynakları,
- Uzun mesafe (yaklaşık 700 km),
- Düşmanın sayı ve teçhizat bakımından çok üstün olduğu yönündeki bilgiler.
Bu zor koşullarda Hz. Peygamber,
ümmetin seferberliğini sağlamak amacıyla yardım kampanyaları düzenlemiş, zengin
sahabiler büyük bağışlarda bulunmuştur (özellikle Hz. Osman’ın katkısı dikkat
çekicidir). Ayrıca, sefere katılım isteksizliğini gizlemeyen münafıklara karşı
Kur’an’da sert uyarılar yer almıştır (bkz. Tevbe, 9/38–42).
Savaş Gerçekleşti mi?
Hz. Peygamber, 30.000 kişilik bir orduyla Tebük’e kadar ilerlemiş, ancak Bizans ordusu savaş meydanına çıkmamıştır. Bunun birkaç nedeni olabilir:
- Müslüman ordusunun ciddiyeti ve beklenenden büyük olması,
- Bizans’ın henüz doğrudan savaş için hazır olmaması,
- Gassanîlerin ve diğer Hristiyan Arap kabilelerinin korkuya kapılması.
·
Her
ne kadar savaş gerçekleşmemiş olsa da bu sefer, büyük bir diplomatik zafer ile
sonuçlanmıştır.
Diplomatik Kazanımlar
Tebük’te savaş yapılmadan şu sonuçlar elde edilmiştir:
- Arap Hristiyan kabilelerinden bazıları (Eyle, Cerba, Ezruh) Hz. Peygamber’le antlaşma yaparak cizye ödemeyi kabul etmiş, İslam otoritesini tanımışlardır.
- İslam devleti, Bizans sınırına kadar ilerleyerek bölgesel güç dengesinde önemli bir aktör olduğunu fiilen göstermiştir.
·
Bu
süreçte bazı kabilelerle ticaret, güvenlik ve barış antlaşmaları yapılmıştır.
Kur’ânî Yansımalar
Tebük Seferi Kur’an-ı Kerîm’de Tevbe Suresi'nde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Bu surede özellikle şu konular vurgulanır:
- Seferberlik bilinci ve Allah’a tevekkül,
- Münafıkların iç yüzü, seferden kaçınmaları ve bahanecilikleri,
- Gerçek müminlerin fedakârlığı ve samimiyeti.
Bu yönüyle Tebük, sadece bir askerî hareket değil, aynı zamanda imanla nifakın ayrıştığı bir imtihan vesilesi olmuştur.
Toplumsal ve Siyasi Etkiler
- Tebük Seferi, Müslümanların siyasi ufkunu Arabistan dışına taşımıştır.
- Devlet otoritesi ve ordu disiplini en üst düzeyde tecrübe edilmiştir.
- Hz. Peygamber’in diplomatik becerisi, savaşa gerek kalmadan bölgesel barış ve güvenlik sağlaması yönüyle zirveye ulaşmıştır.
Bu sefer, aynı zamanda Hz.
Peygamber’in ömrünün son seferi olmuş ve İslam’ın dış politikasının yönünü
belirleyen bir kırılma noktası teşkil etmiştir.
2.3.
Necran Hristiyanları
Tarihî Arka Plan
Necran, Hicaz ile Yemen arasında yer
alan stratejik bir bölgeydi ve o dönemde Arabistan’daki en önemli Hristiyan
yerleşim merkezlerinden biri olarak biliniyordu. Necran halkı, Hristiyanlıkla
erken dönemlerde tanışmış, bölgede din adamları, kiliseler ve eğitimli ruhban
sınıfı oluşmuştu. Necranlılar aynı zamanda Arabistan’daki Hristiyanlar arasında
teolojik bilgi ve temsil gücü bakımından en önde gelen topluluklardan biriydi.
Hicretin 9. yılına gelindiğinde
İslam devleti, Medine ve çevresinde sağlamlaşmış, Arap yarımadasında siyasi
üstünlük kurmuştu. Bu gelişme üzerine Hz. Peygamber, çevre bölgelere İslam’a
davet mektupları göndermeye başlamış, bu mektuplardan biri de Necran’a
ulaşmıştır. Bu davete karşılık olarak Necranlılar, askeri karşılık vermek
yerine barışçıl bir yol izleyerek elçi heyetiyle Medine’ye gelmişlerdir.
Necran Heyeti’nin Medine Ziyareti
Necran'dan gelen yaklaşık 60 kişilik heyet, içlerinde ruhbanlar ve kanaat önderlerinin de bulunduğu bir topluluktu. Heyet, Hz. Peygamber’le görüşmek üzere Mescid-i Nebevî’ye misafir olmuş, üç gün boyunca burada ağırlanmıştır. Bu süreçte taraflar arasında:
- Hz. İsa'nın doğası, tanrılığı,
- Teslis (üçleme) inancı,
- İslâm’ın tevhid anlayışı,
- Kur’an’ın Hristiyanlıkla ilişkisi gibi konular tartışılmıştır.
Görüşmeler medeni bir atmosferde
geçmiş; Hz. Peygamber, Necranlıları zorlamadan, inanç özgürlüğü çerçevesinde
İslam’a davet etmiştir.
Kur’ânî Referanslar: Âl-i İmrân ve
Mübâhele
Necran Hristiyanlarıyla yapılan bu
görüşmeler sırasında nazil olan Âl-i İmrân Suresi’nin 59–61. ayetleri, Hz.
İsa’nın doğası ve tevhid inancı hakkında bilgi vermiştir. Bu ayetlerde Hz.
İsa’nın:
“Allah katında durumu, Âdem’in
durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı, sonra ‘ol’ dedi ve oluverdi.”
(Âl-i İmrân, 3/59)
şeklinde ifade edilmesiyle onun
ilâhlık vasfı reddedilmiş, yaratılmış bir kul olduğu belirtilmiştir.
Aynı bağlamda inen mübâhele
(karşılıklı beddua) ayeti (Âl-i İmrân, 3/61), iki tarafın iddiasında ısrar
etmesi durumunda Allah’tan doğru olanın lehine hüküm vermesini istemeleri
önerilmişti. Ancak Necran heyeti bu çağrıyı kabul etmeyerek, İslam’ı kabul
etmemekle birlikte savaş yerine barışı tercih etmiştir.
Barış Antlaşması ve Cizye
Görüşmeler sonunda Necranlılarla şu şartlar üzerine bir barış antlaşması yapılmıştır:
- Necran halkı dinlerini terk etmeye zorlanmayacak,
- Can, mal ve ibadet özgürlükleri korunacak,
- Buna karşılık İslam devletine cizye (baş vergisi) ödeyecekler.
Bu antlaşma, İslam tarihinde dinî
azınlıklarla yapılan ilk yazılı toplumsal sözleşmelerden biri olarak kabul
edilir. Hz. Peygamber, antlaşmayı bizzat kendisi onaylamış ve imzalamıştır.
Siyasal ve Toplumsal Önemi
Medeni Diyalog Örneği:
Hz. Peygamber, fikir ayrılığına
rağmen Necranlılarla çatışmaya girmemiş; fikir temelli bir müzakere
yürütmüştür. Bu durum, İslam’ın hoşgörülü tebliğ anlayışını göstermektedir.
İnanç Özgürlüğünün Uygulamalı
Örneği:
Necranlıların dinlerini koruyarak
İslam devletine tabi olmaları, çoğulcu toplum modelinin ilk uygulamalarından
biridir.
Vergi Temelli Vatandaşlık İlkesi:
Cizye uygulaması, askerî yükümlülük
karşılığı ödenen bir bedel olup, İslam toplumunda gayrimüslimlerin hukukî
statüsünü düzenleyen bir model olmuştur.
Sonuç ve Değerlendirme
Necran Hristiyanlarıyla kurulan bu ilişki
- Müslümanlarla gayrimüslimler arasında zorlayıcı değil, davet temelli ilişkiler kurulabileceğini,
- Farklı inançların bir devlet çatısı altında barış içinde yaşayabileceğini
- İslam’ın sadece inanç düzeyinde değil, hukuk ve diplomasi alanında da evrensel bir sistem kurduğunu ortaya koymuştur.
Bu yönüyle Necran Antlaşması, İslam
tarihinde dinî çoğulculuğun, diplomatik müzakerenin ve hoşgörülü yönetimin
temsili olmuştur.
Yorumlar
Yorum Gönder